15 Temmuz 2010 Perşembe

TÂHÂ suresi 20 / 114. ayet


فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰى اِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنٖى عِلْمًا

(TÂHÂ suresi 20 / 114. ayet) (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)

Demek ki Allah, O hak hükümdar, yüceler yücesidir !.. Sana vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumakta acele etme ve: «Rabbim, benim ilmimi artır!» de


114. (Artık şüphe yok ki, gerçek hükümdar olan) hâkimiyeti ezelî ve ebedî olup bütün kâinatı kapsamış bulunan (Allah Teâlâ pek yücedir) zatında ve sıfatında mahlukata benzemekten yücedir, hiçbir şeyden âciz olmayıp her şeye tam olarak kadirdir. (Ve) Ey Yüce Resulüm!, (sana vahyedilmesi tamam olmadan) Cibril-i Emin tarafından

getirilip tebliğ edilen herhangi bir âyet-i kerimenin tebliği son bulmadan (evvel Kur'an'ı okumakta acele etme) vahyin sona ermesini bekle, daha tamam olmadan onu okumaya veya başkalarına tebliğ etmeğe başlama. Hepsi de hafızanı olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir, (ve) Habibim!, (de ki: Yarabbü. Benim için ilmi artır) malûmatımı ziyade kıl, Kur'an'ı Kerim'in tamamen inmesiyle kalbimi ilm ve irfan nuru ile doldur.

§ Bu âyeti kerime de insanlığa büyük bir hikmet dersi vermektedir. Şöyle ki Her insan kendisine tebliğ edilen bir hakikati, verilen bir nasihati tam bir ciddiyet ve samimiyetle dinlemelidir ve hiçbir kimse ilmine güvenip bilgisini arttırmaya çalışmadan geri durmamalıdır, İlâhî vahye mazhar olan bir Yüce Peygamber böyle ilminin artmasını niyaz etmekle mükellef olursa artık ümmetin fertlerinden hangi bir kimse, kendi ilmine büyük bir kıymet verebilir de kendisini İlim tahsilinden bilgisinin artmasını temenni etmekten müstağni görebilir mi?. Ibni Mesut Hazretleri bu âyet-i kerimeyi okudukça: "Yarabbi benim ilmimi ve yakinimi arttır" diye dua edermiş.

"Daim oku, yaz; kadrini bil cevher-i ilmin"

"Tahsil-I hüner, hamel insana çelenktir"

Ömer Nasuhi Bilmen - Kur'anı Kerim Tefsiri / Taha Suresi Ayet 114

12 Temmuz 2010 Pazartesi

YÛNUS suresi 10 / 62. Ayet


اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(YÛNUS suresi 62. ayet) (Resmi:10/ İniş: 51/Alfabetik:109)

“Uyan! ki Allahın evliyası ne üzerlerine korku vardır ne de onlar mahzun olurlar “

62- İyi bil ki, hakikaten, Allah'ın velileri, o Allah dostları üzerlerine korku yoktur, üstelik onlar mahzun da olmazlar. Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır, müjdeler vardır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur. Evliyaullah ünvanı, Allah'a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için birbirlerine destek olanlar gibi mânâlara gelebilir. Velayet, muhabbet, dostluk, yardım ve vekaleten onun işine bakmak gibi anlamlar ifade eder. Bu ünvana kimlerin layık oldukları hakkında tefsir âlimlerinin naklettikleri bazı rivayetler vardır. Senedleri Taberi'de yer almış olduğu üzere Saîd b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, Resulullah'a, evliyaullahın kimler olduğu sorulmuş, o da şöyle

buyurmuştur: "Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah zikrolunur yad olunur". Başka bir rivayette ise "Görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır". Yakınlarında bulunmak, halleri, duruş ve davranışları derhal Allah'ı hatırlatır. Ki, Abdullah b. Abbas "semt ve hey'et"leri yerine "ihbat ve sekinet", yani, duruşları ve yürüyüşleri şeklinde tefsir etmiştir. Bunların dünya malına kazanç yollarına sevgi ve düşkünlükleri yoktur. Ancak Allah için, Allah'da sevmek ile birbirlerine sevgi ve dostluk gösterirler. "Allah uğrunda birbirini seven kimseler" oldukları da rivayet olunmuştur

. Nitekim Ömer b. Hattap (r.a.)'tan rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehidler de değiller, amma kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır". "Bunlar kimler? Ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim, ya Resulallah!" dediler. Resulullah: "Bunlar bir kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, ne de ticaret ve iş ilişkisi olmaksızın, Allah ruhu ile Allah'da sevişirler. Vallahi yüzleri bir nur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler." buyurdu, hemen bu âyeti okudu:

Ebu Hüreyre'den ve Ebu Malik Eş'ari'den de ayni meâlde rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin her biri bir başka özellikte tarif demek olduğundan, hepsinin toplam olarak anlamını içine alan geniş bir tarif ortaya konmuştur: "Allah'a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah da kendilerine keramet insan ederek dostluğunu gösterir".

Elmalılı Hamdi Yazır / Hak Dini Kur'an Dili / Tekvir Suresi Tefsiri

9 Temmuz 2010 Cuma

İSRÂ suresi 17 / 44. ayet


تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰـكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا

(İSRÂ suresi 44. ayet) (Resmi:17/İniş:50/Alfabetik:46)

O'nu, yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan akıllılar tesbih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki, O'nu överek tesbih etmesin, ancak siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. O, gerçekten halim ve çok bağışlayandır.


"Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih eder. Hiçbir şey hariç olmamak üzere, hepsi O'nu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten halîmdir, gerçekten bağışlayandır" (İsrâ, 44).

Her Şey Allah'ı Tesbih Eder

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Yedigökle yer ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih eder" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgi. iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki canlı mükellef, Allah'ı şu iki şekilde tesbih eder:

1) Sözlü olarak. Bu, mükellefin diliyle mesela "sübhânallah" demesi gibidir.

2) Mükellefin çeşitli hallerinin, Allah'ın birliğine, münezzeh olduğuna ve izzetine delalet etmesi ile. Fakat, hayvanlar gibi mükellef olmayan canlılar ile cemâdâ (taş-toprak) gibi cansız varlıklar, Allah'ı ancak ikinci şekilde tesbih ederler. Çünkü birinci şekilde tesbih, ancak anlamak, bilmek ve konuşmakla mümkündür. Bunlar ise, cansızlar için düşünülemez. Binâenaleyh geriye, onların tesbihi ancak ikinci şekilde yapabilmeleri ihtimali kalır.

Bil ki, cansız varlıkların da bilen ve konuşan varlıklar olabileceklerini söylersek Allah Teâlâ'nın âlim ve kadir oluşundan hareketle, O'nun hayat sahibi olduğuna istidlal edemeyiz. Bu durumda da, Cenâb-ı Hakk'ın hayy (diri) olduğunu bilip-anlama kapımız kapanmış olur. Halbuki bu bir küfürdür. Çünkü o zaman şöyle denilir: Cansız varlıkların, canlı olmadıkları halde, Allah'ın zât ve sıfatlarını bildikleri ve O'nu tesbih ettikleri mümkün görülecek olsa, bu durumda birşeyin âlim, kadir ve mütekellim (konuşan) olmasından, onun diri olması gerektiği söylenemez. Böylece de âlim ve kadir olmasından hareketle, Allah'ın hayy (diri) olduğu söylenemez. Halbuki Allah'ın hayy (diri) olmadığını söylemek, cahillik ve küfürdür. Çünkü hayy (diri) olmayanın, âlim, kadir ve mütekellim olmayacağı kesin ve açık olarak bilinen bir husustur. İşte muhakkik âlimlerin, bu hususta tatbik ettiği görüş budur. Bazı kimseler, cansız varlıkların, her çeşit bitki ve hayvanın Allah'ı tesbih ettiğini söylemiş ve görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu ayet, onların da Allah'ı tesbih ettiklerini göstermektedir. Burada bahsedilen "tesbih"i, Allah'ın kudretinin ve hikmetinin mükemmel olduğunu gösteren deliller manasına almak mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat siz, onların tesbihini iyi anlayamazsınız" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, bütün bu varlıkların tesbihinin, biz insanlar tarafından anlaşılmadığını göstermektedir. Halbuki bunların, Allah'ın kudret ve hikmetine delalet ettikleri malumdur. Malum olan, malum olmayandan başkadır. Böylece bu, onların Allah'ı tesbih ettiklerine, ama onların tesbihlerinin bizlerce anlaşılamayacağına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayette bahsedilen tesbihin, o varlıkların Allah'ın kudret ve hikmetine delâlet etmesinden başka birşey olması gerekir."

Buna birkaç açıdan cevap verilir:

1) Sen tek bir elma aldığında, o elma sayısız atomlardan (cüzlerden) meydana gelmiştir. O atomların herbiri, Allah'ın varlığına başlıbaşına bir delildir. Onların her birinin, karakter, tad, renk, koku ve bir yer tutma gibi, kendilerine ait hususî sıfatlan vardır. Bu atomlardan herbirine, o belli sıfatlarının verilmesi, "mümkin" işlerdendir. Dolayısıyla bu verme, kadir ve hakîm bir İlâh'ın vermesi ile olmuştur. Bunu iyice kavradığında, o elmanın atomlarının herbirinin, Allah'ın varlığına tam bir delil ve tek bir atomda bulunan o sıfatların da yine Allah'ın varlığına tam bir delil olduğu ortaya çıkmış olur. Ama buna rağmen ne o atomların sayısı, ne de onlardaki sıfatların umumu bizce malum değildir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, 'Takatsiz, onların tesbihi iyi anlamazsınız" buyurmuştur.

2) Kâfirler her nekadar dilleri ile, âlemin bir ilahı olduğunu söylüyorlarsa da, onun buna delalet eden çeşitli deliller üzerinde tefekkür etmiyorlar. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ama, (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak, üstüne basar geçerler" buyurmuştur. Binâenaleyh, "Fakat onların tesbihini iyi anlayamazsınız" ayeti ile de, bu mana murad edilmiştir.

3) Müşrikler her nekadar dilleri ile âlemin bir ilahı olduğunu kabul ediyorlarsa O'nun mükemmel bir kudrete sahip olduğunu bilemezler. İşte bundan ötürü onlar,Allah Teâlâ'nın insanları yeniden diriltip toplamaya kadir olmasını akıldan uzak işlerdir. Binâenaleyh bu ayetle, bu mana murad edilmiştir. Hem sonra Cenâb-ı Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Allah ile beraber, söyleyegeldiğiniz gibi tanrılar olsaydı, onlar Arş'ın sahibine elbet bir yol ararlardı" demesini emretmiştir. Demek , bu delili bilmiyorlar. Dolayısıyla Allah Teâlâ bu delili zikredince, "Yedi gök ve yer ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih eder"buyurdu. O halde, göklerin, yerin ve onların içinde bulunanların tesbihi, bu delilin doğru ve kuvvetli olduğuna delalet ederler. Ama sizler, bu delili iyice anlayamaz ve bilemezsiniz. Hatta biz diyoruz ki: Müşrikler tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiretin delillerinin çoğundan habersizdirler. Binâenaleyh ayetteki, "Fakat siz, onların tesbihini iyi anlayamazsınız'' ifadesi ile bu mana murad edilmiştir. Durumun böyle olduğuna ayetteki, "O. hakikaten halimdir, gerçekten bağışlayıcıdır" cümlesi de delalet etmektedir. O sebeple diyoruz ki: Bu ayette halîm ve gafur sıfatlarının getirilmesi, o kâfirlerin bu tesbihi anlayamamalarının onlardan sâdır olan büyük bir suç olduğunu gösterir Bunun bir suç olması ancak buradaki tesbih İle kastedilenin, "onların Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmel olduğuna delâlet etmesi, sonra da onların gaflet ve cahilliklerinden ötürü o delillerin buna nasıl delalet ettiğini bilememeleri" manası kastedildiği zaman söz konusu olur. Fakat bu tesbihi, o cansız varlıkların, sözlü olarak dilleriyle Allah'ı tesbih etmeleri manasına alırsak, bu tesbihatı insanın anlayamaması bir suç ve günah olmaz. Bu bir suç ve günah olmayınca da, "O (Allah) hakikaten halîmdir, gerçekten bağışlayıcıdır" cümlesinin bu ayetin sonunda getirilmesi uygun düşmezdi. Binâenaleyh bu, tercih ettiğimiz görüşü destekleme hususunda güçlü bir izahtır. Bil ki cansız varlıkların ve hayvanların Allah'ı bizzat sözleri ve dilleri ile tesbih ettiklerini ileri sürenler, her canlıya bir başka çeşit tesbih (zikir) nisbet ederek "Hayvanlar, kesilince tesbih etmezler" diyorlar. Aynı zamanda da cansızlar Allah tesbih ederler" diyorlar. Binâenaleyh onun cansız olması, tesbih edici olmasına mani olmadığına göre, hayvanın kesilmesi teşbih etmesine nasıl manî oluyor? Hem yine onlar, "Bir ağacın dalı kırılırsa, artık tesbih etmez" diyorlar. Cansızların cansız oIuşu tesbih etmelerine manî olmadığına göre, o dalı kırıp (cansız hale getirmek) buna nasıl manî olur? Binâenaleyh bu görüşlerin tutarsız ve zayıf oldukları anlaşılmış olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki, "Yedi gökle, yer ve bunların içinde bulunanlar onu tesbih ederler" cümlesi, bu tesbihin göklere, yere ve orada bulunan mükelleflere âit olduğunu açıkça göstermektedir. Halbuki biz, cansızlara izafe edilen tesbihin, ancak Allah'ın münezzeh olduğuna delâlet eden şeyler manasında olduğunu söylemiştik. Tesbihi, bu manaya almak mecazdır. Fakat mükelleflerden sâdır olan ve onların bizzat dilleriyle "sübhanellah" demeleri manası ise tesbihin hakiki manasıdır. Binâenaleyh bu durumda bir "tesbih" lafzının, aynı anda hem hakiki hem de mecazi manada kullanılmış olması gerekir ki bu, fıkıh usulünün delillerine göre batıldır, caiz değildir Dolayısıyla bu tesbihi, böyle bir mahzur meydana gelmemesi için, insanlar hakkında değil de, yerde ve gökte bulunan cansızlar hakkında mecazi manaya hamletmek daha evladır. Allah en iyi bilendir.


Mefâtihu'I-Gayb Tefsîru'I-Kebir / Fahreddin Razi

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Al-i İmran 3/26-27 Ayet


قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

تُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَیَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَیِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

"Deki: Ey mülkün sahibi Allahım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın, ve dilediğini azîz edersin, dilediğini zelil edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen her şey'e kadirsin."

“Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.”


Ayetin tefsirine geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum. Rabbimiz Allah bizi terbiye ediyor. Öyle ki; edilecek duamızı bile bize öğretiyor. Aynı zamanda bize kendisi hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Arapça bilenlere ayetteki fiillere iyice göz atmasını tavsiye ediyorum.

Bu defa başka bir tefsirden istifade edeceğiz, Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri.

26. "Bu iki âyeti kerime gösteriyor ki; Bütün kâinatta hakikaten hakim olan, ve tasarruf eden zat, Cenab'ı Haktan başka değildir. Bütün kâinatta meydana gelen değişikliklerin varlığı, bu ilâhî hakimiyetin birer parlak açık delilidir. Binaenaleyh, İslâmiyetin galibiyetine, bir çok yerlere yayılacağına dâir olan Hz. Peygamber'in beyanlarının imkânı da, tahakkuk edeceği de böyle hârikaları vücude getirmekte olan kerem sahibi yaratıcının irâde ve kudret bakımından asla uzak görülemez, nitekim tahakkuk da etmiştir.

İşte buyunıluyor ki: Yüce Resulüm! Senin gelecekte nice muvaffakiyetlere nail olacağını uzak görenler varsın öyle görsünler! Sen (de ki. Ey Allah'ım! Ey mülkün sahibi! Sen mülkü) malı, makamı, maddî ve manevi işlerde tasarrufu (dilediğine verirsin) buna kimse mâni olamaz. (Ve mülkü dilediğinden) irade buyurmuş olduğun şahıstan veya kavimden (çeker alırsın) buna da kimse engel olamaz. (Ve dilediğini aziz edersin) dilediğin kulunu dünyada da âhirette de yardım ve başarıya ulaştırarak kadrini yükseltirsin. (Dilediğini de zelîl kılarsın) nimetten, devletten mahrum bırakırsın. Hiç bir kimse bizzat bir şeye sahip değildir. Veren de alan da ancak Allah Teâlâ'dır. Ya Rabbi! (hayır senin kudret elindedir.) Bütün hayır, bütün izzet ve şeref senin irade ve kudretine bağlıdır. Artık hiçbir kimse nail olduğu bir nimetten, bir devletten dolayı mağrur olarak nîmete karşı nankörlükte bulunmamalıdır. Bunu Cenab'ı Hakkın bir lütuf ve keremi bilip karşılığında şükrünü ifaya çalışmalıdır. (Şüphe yok ki, sen) ey Yüce mabud, ey Yüce Yaratıcı (herşeye fazlasıyla kadirsin) senin kudretin sonsuzdur. Mülkünde dilediğin gibi tasarruf buyurursun. "

27. Ey hikmet sahibi Yüce Yaratıcı! Sen (geceyi gündüz içine tıkarsın) geceleri kısaltır, gündüzleri uzatırsın (gündüzü de gece içine tıkarsın) vakit vakit zamanlarda değişiklikler vücude getirirsin. Gâlı gündüzler uzanır ve gâlı geceler uzanır, bütün bu tabiat olayları, birer hikmete dayanarak ilâhî irade yönünde cereyan eder durur. (Ve) Ey Rabbim! Sen (diriyi ölüden çıkarırsın) hayat sahiplerini maddelerden, nutfelerden vücude getirirsin, bir katreden bir hayvan, bir yumurtadan bir piliç meydana çıkarıverirsin, bunun aksine (ölüyü da diriden çıkarırsın) hayvanlardan nutfeleri: Yumurtaları, hayata hizmet eden sütleri vücude getirir verirsin. Manevî bakımdan da cahillerden alîmleri, kâfirlerden müslümanları ve bunun .aksine alimlerden cahilleri, müslümanlardan da kâfirleri yaratırsın. Nitekim Azerin sulbünden İbrahim Aleyhisselâm, Nuh aleyhisselâm'ın sulbünden de Kenan vücude getirilmiştir. Bütün bunlar birer hikmet gereğidir. Binaenaleyh kötülüğü yaratan da Cenâb-ı Haktır. Fakat ona rızâsı yoktur. Kullar, kendi sahip oldukları kabiliyetlerini suistimal ederek irade ve seçimlerin! şer tarafına yöneltirlerse Cenâb-ı Hak da onların bu haleti ruhiyelerine, bu şahsî arzularına binaen şerri vücude getirir. Bu bir hikmet gereğidir. Teklifin ve mükellefiyyet kanununun bir neticesidir. Yoksa Cenab'ı Hak, daima kullarına hayırlı şeyleri emreder. Ey Rabbim! Sana şükür ederiz, sen merhametlilerin en merhametlisisin (ve dilediğine hesapsız olarak) lütuf hazinelerinden meşakkatsiz olarak rızık verirsin maddî ve manevî nice nîmetlere nail kılarsın. Artık Peygamber efendimizi de birçok galibiyetlere muzafferiyetlere fetihlere mazhar buyuracağını kim uzak görebilir? Nitekim bu sonsuz nîmetler, Hz. Peygamber hakkında tecelli etmiştir.

§ Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki: Resuli Ekrem hazretleri, Hendek savaşı sırasında Medine-i Münevvere'yi müdafaa için bir hendek kazılmasına lüzum görmüştü. Bu sırada bazı mucizeler vücude gelmişti. Bu cümleden olarak az bir yemek ile bir çok mücahitler dövüyorlardı. Bu esnada hendek kazılırken içinden bir büyük kaya çıktı, bunu külünkler kıramıyordu. Rasılli Ekrem efendimiz külüngü mübarek eline aldı, bismillah diyerek bir kere vurdu, o kayanın üçte biri kırıldı. Hemen: Allahu ekber! Bana Şam'ın anahtarları verildi, vallahi Şam'ın kırmızı köşklerini görüyorum diye buyurdu. Sonra bismillah diyerek o kaya bir idilimi; daha vurdu, onun üçte biri de kırıldı. Hz. Peygamber: Allahu ekber. Faris ikliminin anahtarları bana verildi, valahi ben şimdi Medain şehrinin beyaz köşklerini görüyorum diye buyurdu. Üçüncü bir defa daha bismillah diyerek o kayaya İdilimi; ile vurdu, kayanın tamamı parçalanmış oldu. Bu kere de Allahu ekber! Bana Yemenin anahtarları verildi. Vallahi ben şimdi San'anın kapılarını görüyorum" diye buyurdu. Ümmetinin oralara hakim olacağını eshabı kiramına müjdeledi. Bunu duyan bir takım münafıklar, bakınız, müslümalar kendilerini bir avuç Mekke müşriklerinden müdafaa için hendek kazmaya mecbur oluyorlarken buna rağmen nice büyük yerlere hakim olacaklarını ümit ediyorlar, diye söylenip durmuşlardı. İşte bu gibi cahilleri ikaz ve Yüce peygamberimizi tasdik ve teselli etmek bu mübarek âyetler nazil olmuş, filhakika biraz sonra da o büyük fetihler vücude gelmiştir. Artık öyle İslâmiyetin yüceliğini takdir etmeyen, müslümanların yükselmesine muvaffakiyetini arzu eylemeyen, din düşmalarına karşı uyanık bulunmak, onların dostluğuna aldanmamak lâzımdır. İşte hikmet dolu Kur'an'ı Kerim, bizleri bu hususta da ikaz buyurmaktadır.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Tekvir Suresi (81) 29. Ayet

وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَليمًا حَكيمًا
"Fakat o âlemlerin rabbı Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz " Tekvir Suresi 81/29

Kur'an ayetleri bize Rabbimizin nasıl bir Rab olduğunu kendi dilinden anlatmaya devam ediyor. Bu konudaki farkındalığımızın artması temennisi ile.

Aşağıda Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'dan yukarıdaki ayetin tefsirini yine olduğu gibi aktardım. Kendisine Allah' dan rahmet diliyorum.

"29. Gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".

Burada hitap, "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel

görünmekle beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp görünen ve işare t yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "a n cak Allah'ın dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin a s ıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.

Dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yo l da olmak istemiyorsunuz. Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece doğru yo l da olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen hü r ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler için" şekl i nde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.

O halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.

Yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.

Bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.

Görülüyo r ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir. Ebu's-S u ud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şey i n meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunu n meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesi nin

hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.

Şu halde "Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü kapsamış olm a k için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıl d ığına göre "doğru yolda olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, " s iz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dilemeniz de a n cak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onu n için araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.

Bununla beraber hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük ön e rme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek şeyden uzaklaşmaktır.

Bundan başka bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da dileyebileceği ve hatta istediğ i nin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış ise d e irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de Allah'ın, âle m lerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cere y an eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedi r."(A'râf, 7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğ u nu daima hatırda tutmalıdır.

Alûsî'de Süleyman b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet

olunmuştur: âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır."

Elmalılı Hamdi Yazır / Hak Dini Kur'an Dili / Tekvir Suresi Tefsiri